Tek Çare: Üretim Ekonomisi!
Gelişmekte olan ülkelerin, ekonomik yönden dirençsiz pozisyonda kalmaları ya da küresel/bölgesel bazı siyasi-ekonomik aktörler tarafından dirençlerini kıracak dış ve iç etkilere maruz bırakılmaları ile küresel finans oyunları ve sermaye hareketleri arasında anlamlı bir ilişki olduğu söylenebilir. Genel olarak, mevcut küresel düzenin ya da diğer bir tanımlamayla modern dünya sisteminin nasıl kurulduğu ve işletildiği yönündeki cari bilgiler bize bu sistemden kazançlı çıkanlar ve bu sistemin ağır maliyeti altında ezilenler gibi iki ayrı gerçekliğin mevcudiyetinden yola çıkarak siyasi ve ekonomik olayların arka planındaki bazı gerçekleri daha yakından görmemizi kolaylaştırıyor.
Küresel kapitalizmin kendisini yenileyerek yola devam etme mecburiyeti, sistemi kuran, işleten ve sistemin nimetlerinden hoyratça yararlanan, sistemin getirilerinden en yüksek oranda faydalanan küçük kitle dünya üzerindeki bazı kırılgan bölgelerde ya da ülkelerde krizler çıkararak, spekülasyonlar üreterek varlığını sürdürüyor. Çünkü küresel kapitalizm büyük bir kriz yaşıyor ve neredeyse her 7-8 yılda bir tekrarlanan, patlak veren bu büyük çaplı krizlerin aşılması ve sistemin rahatlatılması gerekiyor. Bu yüzden dünyanın “Pazar” haline getirilmemiş gri noktalarının küresel kapitalizm lehine “Açık Pazar” haline getirilmesi kaçınılmaz oluyor. Sisteme dâhil ol(a)mayan ülkeler ise bir şekilde sisteme dâhil edilmeye çalışarak milli servetlerinin küresel sistemin patronları tarafından belli yöntemlerle ve belli düzeyde kontrol altına alınması ya da transfer edilmesi sağlanmış oluyor. Daha sonra karlılığını yitiren bölge ya da ülkeler gözden çıkarıldığında yerine daha bakir alanlar tercih edilerek sermaye hareketliliği böyle bir döngüyle rantın/getirinin yüksek olduğu bölge ya da ülkelere doğru kaymaya başlıyor. Bu sermaye hareketlerinin arka planına bakıldığında, bazen bir askeri darbe, bazen bir terör olayı bazen bir savaş bazen de bir siyasi istikrarsızlığın gizli eller tarafından söz konusu ülkeleri geri bırakmak ya da etkisizleştirmek için tezgâhlandığı gözden kaçmıyor.
Daha düne kadar kapalı sistem tercihiyle küresel ekonomiye kapılarını kapatan ülkeler bugün gerek kendi tercihleri sonucu gerekse küresel aktörlerin zorlamasıyla global düzene kapılarını açmak durumunda kalıyorlar. Küresel sıkıştırma hareketleri karşısında dirençsiz kalan ülkeler pes bayrağını çekerek cari sisteme teslim oluyorlar. (Saddam Hüseyin’in Irak petrollerini dolar dışında başka bir para ile satma düşüncesinin Irak’a maliyetinin ABD’nin Irak’ı ikinci kez işgal etmesi olduğunu hatırlayalım.)
Bu süreçte küresel pazara açılmış ama ekonomik yapısı dirençli ülkeler ise küresel finans kapitalin spekülasyonlarından, vur kaça dayalı sermaye hareketlerinden daha az etkileniyorlar. Özellikle katma değeri yüksek, yüksek teknoloji üreten ve ihracata dayalı büyüme modelini tercih eden ülkeler bu kapsamda sayılabilir. Bu ülkelerin, küresel pazara sundukları nitelikli ürünlerin yüksek getirisi sayesinde ayakta durmaları mümkün oluyor. İnnovasyona, ar-ge’ye dayalı güçlü üretim sistemi kurabilen ülkeler gelişmekte olan, kırılgan yapılı ülkelere göre daha şanslı konumda duruyorlar.
Son yıllarda Çin’de, Brezilya’da ve özellikle Türkiye’de yaşanan gelişmeleri bu perspektiften değerlendirmek hem dolardaki yükselmeyi anlayabilmek, kısa ve orta vadedeki etkilerini doğru şekilde okumak, hem geleceğe dönük yapısal tedbirlerin neler olması gerektiğine dair düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmek için faydalı sonuçlar doğurabilir. Bu hareketliliğin Türkiye ekonomisinde bırakacağı etkiler göz önüne alındığında; dışarıya bağımlı olduğumuz hammadde fiyatlarının artmasıyla birlikte üretim maliyetlerinin artacağını, özel ve kamu sektörünün borç stokunun büyüyebileceğini, özellikle özel sektörün dolarla borçlanmaktan kaçınması gerektiğini, her ne kadar ihracatımız Euro üzerinden gerçekleştiriliyor olsa da dolardaki yükselmenin Dolar/Euro paritesinde yapacağı etkinin sonucu olarak maliyet ve getiri dengesinin bozulacağını, enflasyonda bariz bir yükselmenin hissedileceğini, ithal ürünlerin fiyatlarının artacağını öngörmek de mümkün.
Burada asıl soru belki de şu olmalıdır: Türkiye ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler bu dalgalanmalar karşısında nasıl ayakta durabilir? Ekonomik dirençlerini nasıl artırabilir? Bu ve benzeri hareketlenmeler bugün olduğu gibi bundan sonra da tekrarlanabileceğine göre ne gibi tedbirler almak gerekmektedir? Her şeyden evvel kamu ve özel sektör aktörlerinin dünyadaki finans hareketlerinin ne yönde seyrettiğine, hangi kirli oyunların oynandığına, özellikle gelişmekte olan ülkelerin önüne set çekmek için bu ülkelerin milli varlıklarına nasıl göz koyulduğuna ve kast edildiğine derinlemesine vakıf olmaları gerekiyor. Dünyadaki belli başlı finans merkezlerinin, süper güçlerin merkez bankalarının, petrol ve silah şirketlerinin nasıl çalıştığının, küresel medya kuruluşlarının sistem içindeki rolünün, küresel ölçekli etkili ailelerin ve isimlerin dünya servetinin, ticaretinin yönetilmesinde ne ölçüde ve ne yönde etkili olduklarının iyi analiz edilmesi gerekiyor.
Diğer taraftan “dirençli milli ekonomiler” var etmek adına; yüksek teknolojili, innovasyon harikası, yenilikçi, güçlü ar-ge’ye dayalı katma değeri yüksek ürün ve hizmetler üretebilen bir güçlü üretim ekonomisine sahip olmak, ihracata dayalı bir büyüme modelini tercih etmek, küresel pazarlarda birer “modern alperen” tavrıyla hareket edecek dürüst, başarılı, aktif tüccarlar ve girişimciler yetiştirmek, ekonomi yönetimini revize ederek, üretim, finans ve kamu maliyesi ana başlıklarında, bu üç önemli alanın senkronizasyonunu sağlayacak bir ekonomi yönetimi örgütlenmesine yönelmek, devlet organizasyonunda yeniden yapılanmaya giderek tarım toplumuna özgü örgütlenmeden bilgi toplumuna özgü, ön açıcı, esnek, verimli çalışan bir kamu yönetimi sistemi kurmak, vergileme sistemini mümkün olduğu ölçüde tabana yaymak, servetin adil dağılımı için gerekli tedbirleri alarak büyüğün daha da büyük küçüğün daha da küçük hale gelmesini engelleyecek tedbirler üretmek belli başlı reform alanları olarak karşımıza çıkıyor.
Bunlardan başka bilimin, bilginin sanayiye ve yeniliğe hizmet etmesi, girişimciliğin önünün açılması ve girişimde fırsat eşitliğinin sağlanması, yerel ve bölgesel ekonomilerin, özellikle kent ekonomilerinin daha aktif birer kalkınma aracı haline getirilmesi, düşünce ve fikir hürriyetinin teşekkülü, eğitim sisteminin teorik ve pratik boyutlarının birlikte yürütülmesi, stratejik düşüncenin ve stratejik planlamanın hem özel sektörde hem kamu yönetiminde öne çıkarılması, torpil ve kayırma yerine liyakatin esas alınması, siyasetin manipülasyon aracı olmaktan çıkarılması, ranta dayalı kazanç alanlarındaki iştahın çeşitli vergileme yöntemleriyle kanaate çevrilerek burada biriken sermayenin üretime kanalize edilmesi gibi iyileştirme ve reform alanları sayesinde de küresel şoklar karşısında daha dirençli hale geleceğimiz açıktır.
Global dünyanın dışında kalmak, sistem dışı kalmak ya da içe kapanmak mümkün olmadığına göre küreselleşmenin yıkıcı ve eritici etkilerini bertaraf edecek önlemler almak, kapitalizmin aleyhimizde gelişmesini önlemek adına “güçlü, adil paylaşıma dayalı, katma değeri yüksek yenilikçi bir üretim ekonomisi” haline gelmek temel bir zorunluluk olarak karşımızda duruyor. Sanal paraların basıldığı, karşılığı olmayan varlıkların alınıp satıldığı, beklenti ve taleplerin piyasa aktörleri tarafından satın alındığı bir kaos fırtınası içerisinde hala ve hala en güçlü direnç noktası: üretim, üretim, üretim…
Ya üreteceğiz ya da küresel spekülasyonların azgın dalgaları arasında boğulup gideceğiz.