Çiftçinin Ölümü
Köylü deyip, çiftçi deyip geçmemek lazım. Nice aşıklar, ozanlar gelmiş, toprağın tedrisatından geçmiş, nihayetinde çiftçilikten yetişmiştir.
“Koyun verdi kuzu verdi süt verdi / Yemek verdi ekmek verdi et verdi
Kazma ile döğmeyince kıt verdi / Benim sadık yârim kara topraktır
Âdem den bu deme neslim getirdi / Bana türlü türlü meyva yetirdi
Her gün beni tepesinde götürdü / Benim sadık yârim kara topraktır”
(Aşık Veysel)
Topraktan yedik, topraktan içtik. Neslimizi toprak üzerinde devam ettirdik, ettiriyoruz. Hazreti Adem (as)’den bu yana hiç kopmadık, araya nifak sokmadık. Toprağa, mahsule nankör olmadık, bağlı kaldık, diyor merhum ozanımız.
Bu değerler çerçevesinde kutlu bir yanı vardı, çiftçiliğin. Sözü, sanatı vardı. Çiftçi olmak; bilgi ve tecrübenin bir arada olduğu, hayatta kalma mücadelesinin abidesi olmuştu, adeta.
…
Buğdayın, arpanın ne zaman, nasıl ekilip biçileceğini bilir. Bahçeciliği bilir. Ağaca tırmanmayı, ağaç budamayı, aşılamayı, ıslah etmeyi bilir. Koyunu, keçiyi, ineği sağmasını bilir. Sütten; peynir, yoğurt, tereyağı yapmasını bilir. Büyükbaşından, küçükbaşına kadar hayvan kesmeyi bilir. Çocuğun dünyaya gelmesi, neslinin devamı için ebelik yapmasını bilir. Bineğine, büyükbaş ve küçükbaş hayvanına doğum yaptırmasını bilir. Tarlayı sürmeyi, gübrelemeyi bilir. İçme suyu aramayı, kuyu kazmayı bilir. Ev, ahır inşa etmeyi bilir. Odun kesmeyi, ottan, samandan, hayvan gübresinden yakacak yapmayı bilir. Avcılığı bilir. Tarlasını, bostanının zararlılardan korumasını bilir. Kendi söküğünü yamamasını bilir. Bineğini nallamasını bilir. Atının eyerini, eşeğinin palanını, semerini dikmesini bilir…
Velhasıl, o kadar zengin, o kadar bereketli bilgilere sahipti ki; meşguliyetinin hikmetinden olsa gerek, kimseye belli etmezdi, edemezdi. Zira öyle bir ihtiyacı da yoktu. Gösterişten uzak, sakin, barışçıl ve mütevazı bir yaşam sürerdi.
…
İnsanın, hayatta kalabilme mücadelesi çiftçi suretinde tecessüm etmiş gibiydi. Bilginin bu derece cari halde kullanılabilir olması, ona boş bir zaman da bırakmıyordu. Her an meşguldü ve üretiyordu. Bu nedenle dışsal bir etkinin, şeytani bir akılla, onun yaşam biçimini sekteye uğratması mümkün görünmüyordu.
Bilgi ve tecrübenin yek vücut hali diyebileceğimiz bir konseptti bu. Ancak; uzun sürmedi ve zamanla değişime uğradı. Tarıma dayalı sistem, hızla sanayileşmeye dönüştü. Tekniğin, teknolojinin ilerlemesi bu dönüşümü daha da körükledi. İnsan emeğine paralel yeni üretim faktörleri, başta makineleşme olmak üzere, hayatımıza girdi. Tarımsal faaliyetlerden elde edilen ürünler, yerini hızla endüstriyel ürün konseptine terk etti. Fabrikalar ve büyük üretim tesisleri ürünlerini, bir film şeridi gibi akan seri üretim bantlarından topluma arz ediyordu. Yepyeni bir insan prototipinin de önü açılıyordu. O zamana kadar hiç bilinmeyen bir meslek gurubu doğuyordu. Çiftçiliğe nazaran daha sınırlı çerçevede, daha konservatif ve kontrolü mümkün bir konsept yaşam biçimi gelişti: İşçilik.
Özünde, çiftçi sınıfının uzantısı olan işçi sınıfı, şehir yaşamını yeni bir fırsat olarak gördü. Para ve finansın regülasyonunda başroldeydi.
Bu dönem; özellikle para ve finansın itibarı daha da artıyordu. İhtiyaçların giderilmesinin finansal güçle sağlanabilmesi inancı toplumda oturmaya başladı. Bu açıdan tarım ve tarıma dayalı yaşam biçimlerine karşı duyulan öfkenin kontrolden çıkması gerekiyordu. Tarımsal teamüller terk ediliyor, takasa yönelik ticaret yapma alışkanlıkları şehirlerde köreliyordu.
Para ve finans sisteminin toplumun en kılcal damarlarına nüfuzu, işçi sınıfınca gerçekleşiyordu. Burjuvazinin, katalizör olarak verdiği bu görev, en iyi şekilde yerine getiriliyordu. Böylece borçlanma sisteminin tabanda talep oluşturmasının da önü açılmıştı. İşçi sınıfı, konsept olarak; toplumun genel refah düzeyini aşağı çekmesi bakımından kullanışlı bir enstrümandı. Zira; sonrasında hak arama ihtiyacına da karşılık oluşturacak ve siyasetin de malzemesi haline getirilebilecekti.
Bu gidişat, tüketim ve borç sarmalını arttırdı. Büyük fabrikaların kuruluş maliyetleri, finansal yapıya karşı ciddi derecede borçlanıyordu. Bu borcun, ödenmesi zorunluluğundan, üretimin daha seri biçimde yapılması gerekiyordu. Seri üretilen mallar hızla satılmalı ve tüketilmeliydi. Bu kurgu ile tüketimin bir dünya kültürü haline gelmesinin de temelleri atılmış oluyordu.
Toplum, ister istemez bu kısır döngü içerisinde, birbiriyle rekabet ve geçim savaşı içine girmek zorunda kalıyordu. Böylece; işçi sınıfı sermayeye olan yakınlığı itibariyle, kazancıyla, kırsal yaşam biçimine tahakküm etmek dışında herhangi bir alternatif geliştiremedi. Zira; kırsalda da pay sahibiydi. Bu vesileyle kendi yaşam biçimini de rahatlıkla dayatıp, dönüştürebildi.
İşçi sınıfı, bilginin doğru kullanılması ve bilgi birikimi konusunda çiftçinin çok gerisindeydi. Fakat; şehir hayatının verdiği avantajla daha ileri bir konfora sahip oldu. Çiftçilik ve işçilik gibi, geniş kapsamlı bu iki yaşam konsepti, sosyo-ekonomik ayrışmalarından dolayı, var oluş değerlerini bir sinerjiye dönüştüremediler. Ekonomik etkileşimleri ve sosyal gurup psikolojileri, bu iki sınıfı zihinsel yönden kaynaştıramadı. Sosyoloji de, siyaset de bunda muvaffak olamadı. Finansal yapının konumlandırmasının etkisinde kalarak, aralarında hiyerarşi oluşturma, politikleştirme gibi nedenlerle daha da böldüler. Bir tarafta çiftçi, diğer tarafta işçi sınıfı farklı fazda yönelimlerin etkisinde kaldılar. Siyasi erkler, kendi ikballeri için sosyolojik yapıyı daha da politize ettiler.
İlk zamanların yenilik hareketleri; tepeden inme, siyasi algılarla oluşturulan işçi sınıfını tahrik ediyordu. Sanayileşmenin ilerlemesi ile büyük şehirlerdeki fabrikaların çoğalması, insanların akın akın şehirlere göç etmelerine neden oldu. Teknolojinin üretim sahasına girmesiyle hayatı daha da kolaylaştıran ürünlerden istifade edebilmek lüksünü kullanmanın ayrıcalığı, tüm insanlığı cezbediyordu. İnsanlar; köylerini, evlerini, barklarını bırakıp; şehirlere, gelişmiş ülkelere çalışmak için göç ettiler. Şehirli ve köylü arasındaki sınıf farklılığı, yaşam tecrübesi, ilim ve irfan açısından birbirlerinden farklı konumlansa da; doğru bir paradigmayla dizayn edilememiş ve kazanıma dönüşememişti.
Nihayet; aynı ana babadan türeyen insanlık; onları ayrıştıran, yaşam biçimlerini sınıflandıran, tüketim ve ifsada yönelik, benzer anlayışlarla, “Habil” ve “Kabil” misali bir rekabeti, finansal tahriklerin gölgesinde, her geçen gün daha da düşmanlaştırmaya devam ediyor.