İnsana Yolculuk ve Kaybettiğimiz Değerler-Şehir Ziyaretleri-KONYA
İnsana Yolculuk ve Kaybettiğimiz Değerler -Şehir Ziyaretleri-KONYA
Ulusal Stratejiler ve Politikalar Üretme Merkezi (USPUM) Yönetim Kurulu Başkanı Muhammed Taha Gergerlioğlu, Ahde Vefa Turan Birliği Derneği’nin daveti üzerine geldiği Konya’da, “İnsana Yolculuk ve Kaybettiğimiz Değerler” konulu bir sohbete katılmış ve II. Mahmut dönemine atıfta bulunarak, BATILILAŞMA hareketinin bizi biz yapan değerlerden kopartılmaya başlandığı dönem olarak altını çizmiştir.
Bu makalenin konusu Sayın Gergerlioğlu’nun vurguladığı kaybedilen değerlerimiz perspektifinden kültürel yozlaşma, ahlak çöküntüsü ve kaybolan İnsani değerledir. Bu bağlamda “insana yolculuk” meselesi başlı başına bir kitap konusudur. Ancak konuyu olabildiğince derleyip bu makaleye sığdırdığımızı da belirtmek isterim.
*
Toplumları ayakta tutan, dinamiğini sağlayan temel değerleri vardır. Biz bu değerlere kültürel değerler deriz. Toplum olarak bizim de kültürel ahlaki değerlerimiz var ama ne yazık ki bunların çoğunu günümüzde kaybetmek üzereyiz…
Özellikle teknolojik gelişmeler, çeşitliliği artan iletişim araçları insan ilişkilerini giderek zayıflatmaktadır. Sanal dünya ve yapay zekânın büyüsü (Metaverse) ise buna çanak tutmaktadır.
Gerçeklikten kopartılan insanların kurdukları iletişimlerde yüzeysellik, duygusuzluk ve samimiyetsizliği görmekteyiz.
Bencilliğin, özentiliğin ön planda olduğu ahlaki değerlerden yoksun gençliği ve beraberinde yok oluşunu gözlemlediğimiz medeniyetimizi, çaresizce izliyoruz. İlk yıllarda toplum olarak eleştirdiğimiz “TikTok” gençliğini artık eleştirmiyor üstüne üstün yozlaşan nesli gün geçtikçe normalleştiriyorduk.
İşte, “İnsana Yolculuk” ekibi olarak bizler; bir neslin ve içinde bulunduğu medeniyetin bu şekilde yok oluşunu izlemek yerine, “Ne yapabiliriz de bozulan sistemi onarabiliriz?” sorusuna cevap arıyoruz.
Sağlıklı çözüm üretebilmek için öncelikle sorunun kaynağı veya kaynaklarını iyi analiz etmemiz gerekiyor.
Gergerlioğlu’nun da vurguladığı gibi işin kökünde batı hayranlığı yatmaktaydı. Osmanlı döneminin son 150-200 yıllında olduğu gibi batı hayranlığı halen günümüzde de devam etmektedir.
Müslümanlık ve gericilik kelimeleri sistemli şekilde aynı cümlelerde yer almakta ve Avrupa’nın üstünlüğü enjekte edilmektedir.
Osmanlı devletinin batı karşısından geri kalmışlık ve yenilgisi psikolojik olarak işlenmiş, neticesinde ise bildiğimiz batı taklitçiliği cilalanarak, çeşitli kılıflarla süslenerek, bazen ıslahat bazen de fermanlarla, bazı işler oldu- bittiye getirilmişti. Bu sistemli taklitçiliğin fikir öncüleri ve idareyi tesiri altına alan özellikle Osmanlının son dönemlerde adını sıklıkla duyduğumuz JÖN TÜRKLER’dir.
Jön Türklerin ideolojisine bakıldığında ise bunların bakış açıları Fransa’daki burjuvazi kesiminin bakış açısıyla örtüşüyor olması bizim medeniyetimizden oldukça uzak olduğunun kanıtıdır. Ayrıca masonik yapılar ve Jön Türklerin ilişkisi başka bir tartışma konusudur.
Tekrar konumuza dönelim, Osmanlının yıkılışını hazırlayan unsurları çoğaltmak mümkündür ancak pek yazılmasa da belki de en önemlisi sahip olduğu değerlerin bozulmasıdır. Osmanlıların Fetih hareketleri ile Avrupalıların içine kadar sızan İslam kültürü, Batılılar için büyük tehditti. Bu tehditten kurtulmak için İslamiyet’le mücadele etmiş ancak ve Türklerin İslam’a olan bağlarını koparmanın yollarını bulamamışlardı. Bu noktadan sonra ise bütün varlarını yoklarını Osmanlı’nın temelini sarsmaya harcamışlardır.
Osmanlı Devletini yıkmak için öncelikle, İslamiyet’i yıkmak gerekiyordu ve bütün uğraşlarını da bu sebebe yönlendirdiler. Ancak bunda da bir türlü muvaffak olamayınca bu sefer farklı bir planı devreye soktular.
Bu plan ise İslamiyet’i yıkmak yerine bozmaktı. Bunun için de devletin içine yerleştirdikleri casuslarıyla ilk önce din adamlarını fen ilimlerinden habersiz bir şekilde yetiştirmeye başladılar. Fen ilmi tahsil eden talebeler ise din ilimlerinden habersiz hâle getirildi. Kısacası bir taraf din cahili, bir taraf fen cahili mezunlar yetişti.
İslamiyet’in büyük ehemmiyet verdiği ve bir arada tuttuğu maddi ve manevi ilimlerin birbirleriyle olan bağı böylelikle kopartıldı. Diğer taraftan buna bağlı olarak ahlâk, edep ve hayâ gibi değerlerden uzaklaştırıldı. Neticede altı asırlık koca bir devlet, planlı bir şekilde yıkılıverdi.
Bu bağlamda İngiliz sefirinin raporu dikkat çekmektedir:
“Osmanlılar aldıkları esirlere kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten ve dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki ‘Enderun’ denilen mekteplerde, kıymetli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri ve ahlakı, fen, kültür dersleri verilerek, başarılı birer Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyaset ve devlet adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardır. Osmanlı’yı durdurmak için, ilk bu ‘Enderun’ mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır. İlk çare budur!”
Daha sonra olanlar ise…
Avrupa’da İskoç ve Paris mason locaları, Anadolu’da keşif çalışmaları başlattılar…
Medreselerden ilmi kaldırmak, fen bilgisine sahip din adamları ve idareciler yetiştirilmesini önlemek için planlar hazırladılar. Bu çerçevede din adamlarına, “Mühim olan ahiret hayatı değil midir? Fen bilgileriyle uğraşacağınız zamanda, dininizi iyice öğrenin” diyorlardı. Avrupa’ya çağırdıkları gençleri de, kendi devletinden soğutmak için “Sizin devletinizde medreselerde fen dersi okutulmuyor, işte bunun için geri kalıyorsunuz. Bizim gibi olun. Bizi misal alın. Buna bir çare bulmanız lâzım” diyerek kandırıyorlardı.
İşte jön Türklerin diğer adıyla Genç Osmanlıların tohumları böylelikle atılmaya başlanmıştır. Bu temiz gençler zevk ve sefahate alıştırıldı. Sahte etiketler, diplomalar verilerek ana vatana gönderildi. Osmanlı devletinde işbaşına getirildiler. İşte bunlardan biri olan (Mason) Mustafa Reşit Paşa, medreselerden fen derslerini kaldırdı. Mithat Paşa, Talat Paşa gibi idareciler de diğer okullardan din derslerini kaldırdı.
İslamiyet’e olan bağlılık gevşedikçe, devlet de hızlı bir şekilde geriledi.
Tarihi serüvene baktığımızda kültürel farklılaşma ve özenti Jön Türk dediğimiz kuşakla başlamış ve aynı fikrin devamı olan İttihatçılarla da devam etmiştir. Nihayetinde ise BATILI DEVLETLER amacına ulaşmış Osmanlı Devleti tarih sahnesinden silmişlerdir.
Cumhuriyet döneminde ise Batılılaşma hareketleri en üst düzeye ulaşmış, Türkiye âdeta Batı’nın arka bahçesi haline gelmiştir.
Yüzyıllardır süregelen dini ve milli değerler, Batılıların bile tahayyül edemeyeceği şekilde tahrip edilmiştir. Yeni kurulan ülkenin rotasının BATI olduğu deklere edilmişti.
Osmanlı hatta daha öteye giderek belirmek istiyorum ki Selçuklu mirasının silinmeye çalışıldığının bu dönemlerde kültürel erozyonun zirve yaptığı ortadadır. Halk yeni sisteme uyum sağlamaya çalışmış olsalar bile bu süreç zamana yayılmış ve beraberinde farklı sorunları doğurmuştur.
Mehmet Akif’in tek dişi kalmış dediği medeniyet gitmiş, aynı medeniyet bizlere ulaşılması hedeflenen çağdaş uygarlık olarak parlatılmıştır. Adına modernite dedikleri bu olayı anlamak mümkün değildi.
Cumhuriyet döneminde de devam eden Batı taklitçiliği ile bu millet tepeden tırnağa değiştirilmesi amaçlanmıştır. Ancak günümüzde halen devam eden medeniyet uyuşmazlığı bir gerçektir.
Asla bir Avrupalı gibi BATILI olmayacağımız nettir.
Çünkü onların medeniyetlerinin kökeni Roma kültürüne dayanır. Onların kültüründe maddecilik ön plandadır. Helen/Yunan medeniyeti ise Roma kökünden büyüyen ağacın dallarıdır.
Durum böyleyken Anadolu’da hâkimiyet kurmuş neredeyse bin yıllık Türk-İslam kültürünün yok sayılması ve yerine Roma medeniyetinin oturtuluyor olunması bu milletin değerlerine saygısızlıktır. Gergerlioğlu’nun da Konya sohbetinde vurguladığı gibi gerçekten de değerlerimizi bizden görünenlerin yok etmiş olması ise çok acıdır.
Bizde BATIYA benzeme hevesi, gayreti son 200 yıldır maalesef hep var olmuştur ama bu toprakların ruhu batılı değildir. Kendi medeni ve kültürel değerlerimize sarılmamız ve dönmemiz gerekmektedir.
Sosyal hayat kuralları, kılık kıyafet, yeme içme alışkanlıkları nasıl temel kültürel unsursa, unutulmamalıdır ki sanat, tiyatro, müzik de kültürün ayrılmaz diğer parçalarıdır ve oldukça da önemlidir.
Cumhuriyet öncesinde Batı yöntemlerine uygun bir müzik eğitimi sağlayan tek bir kurum yoktu. Kültürümüze uygun olmasa da bu meselenin eksik olduğu düşünülmüş ve giderilmesi için Ankara’da Devlet Konservatuarları açılmış; opera, bale, tiyatro alanında modern sanata giriş yapılmıştır.
Avrupa’ya müzik öğrenimi için genç müzisyenler gönderilmiş, eğitimlerini tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönüp öğrenciler yetiştirmeleri sağlanmıştır. Kültür-sanat konusunda öz kültümüze uygun olmasa da bu konuda bir hayli önemli gelişmelerin yaşandığını görmekteyiz. Eski saray musiki orkestraları gitmiş yerine Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası getirtilmiştir.
Tarihsel ve toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan her türlü değerlerle bunları kullanmada, sonraki kuşaklara iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların tümüne kültür denir. Toplumu birleştiren ve bir arada tutan temel değerlerlerdir bunlar. Bu değerlerin bozulması veya sonradan zorlamayla değiştirilmesi toplumlar açısından oldukça tehlikelidir. Milli ve dini değerlerden yoksun, vatan, millet, bayrak sevgisini almamış, tarih bilinci gelişmemiş toplumlar için var olma veya güçlü uygarlık olma olsa olsa ütopyadır. Gerçek manada güçlü ve uygar bir medeniyet kurmak istiyorsak bu iş taşıma suyla olmayacaktır. Kes kopyala yapıştır yönetimi ile kültürleşme veya modernleşme mümkün değildir.
Maddî ve mânevî değerlerin kaybı mânâsına gelen kültür erozyonu önümüzdeki en büyük engeldir.
Maalesef ülkemizde şuurlu ya da şuursuz bir şekilde toplumların maddî ve mânevî değerleri yozlaşmaktadır. Bu konu iki açıdan önemlidir; birincisi toplumun temelini oluşturan “aile” diğeri ise “gençlik”.
Aile; örf, âdet ve an’anelerin uygulandığı, değerlerin, tepkilerin, duyarlılıkların, dinin fertlere nakşedildiği, toplumun en küçük yapı taşı olması münasebetiyle oldukça önemlidir. İlk eğitim, ailede başlıyor olması bu meselenin önemine vurgu yapmamız açısından elzemdir. Ailede rollerin karışması, çalışan anne sayılarının artması, çocuk yetiştirilmesi açısından büyük sorunlara yol açmaktadır. Daha iki yaşında iken anne kucağına ve sevgisine doyamayan çocukların kreş köşelerine bırakılıyor olması, yetişecek nesiller açısından sorunlara gebe olacağı bir gerçektir.
Çocuğun sınırlı dünyasının tek dayanağı ve anlamı, ana-babasının sevgisidir. Bu
sevgiyi yitirmemek için gösterdiği çaba sayesinde giderek kendi kendisini yönetmeyi öğrenir.
Ama çocuğa verilen bir şey yoksa yitirecek şeyi de yoktur. Kimi çocuk verilmeyen sevgiyi günün birinde alabileceği umudunu yine de sürdürür, tüm gücüyle kendisini ana-babasına kabul ettirebilmek için çabalar ve kişiliğini geliştirmekte güçlük çeker.
Çocuğun kendine olan güveni, ana-babasına olan güveninden kaynaklanır ve gelişir.
Çocuk, anne ve babasını güçlü olup olmadıkları sürekli dener ve onların sınırlarını zorlar. Çalışan anne ve baba çocuğun zorlamalarına rağmen çocuğa karşın hoşgörülü olurlar. Bu davranışın temelinde çocukla uzun süre birlikte olamama, çocuğunu bakıcı veya kreşe bırakmanın mahcubiyeti vardır. Bu davranış yani aşırı hoşgörü ileriki yıllarda çocuğun gençlik ve yetişkinlik dönemlerinde bencilliğe ve topluma karşıt davranışlar sergilemesine neden olacaktır.
Yine aile ilişkilerinde çocuğa yapılan davranışlar incelendiğinde; çocuğa hakça davranılmadığında çocuk kendini yalnız ve çaresiz hisseder. Bu duygular onun sağlıklı bireyselleşmesini engeller. Ana-babasının desteğini görmeyen çocukta kızgınlık duygusu gelişir. Bu duygular ile büyüyen çocuk ileriki yaşlarında çevresine karşın agresif ve düşmanca davranışlar sergileyecektir.
Bu örnekleri çoğalmak mümkündür. Burada vurgulamak istediğimiz mesele aile kavramı. Aile içerisinden sevgiden, ilgiden yoksun yetişen çocuklar, günümüzün z kuşağını oluşturmaktadır. Sosyal ve iktisadi hayatta çalışan kadınların artması maalesef bu tip sorunların yaşanmasına neden olmaktadır.
Kadınların çalışıyor olmalarına karşın değiliz ancak çocuk yetiştirilmesi kültürün doğru şekilde aktarılması ancak sıcak aile ortamında sağlıklı olacaktır. Bu bağlamda çalışan annelerin çocuk yetiştirmeleri konusunda desteklerin arttırılması veya en az 6 yaşa kadar çocuğuna yoğun ilgi göstermesi için çalışma imkânları sağlanmalıdır.
Unutulmamadır ki eğitim ailede başlar ve okullarda devam eder.
2017 yılında yapılan bir araştırmada “İlkokul öğrencilerinde kaybolan değerler” incelenmiş ve sonuçların ürkütücülüğü bizleri endişeye sevk etmeye yetmiştir.
Rapora göre; saygıda, sevgide azalma, sosyalleşememe, benmerkezcilik ve sorumluluk bilincinde azalma olduğu tespit edilmiştir. 2017’de ilkokulda dördüncü sınıfta olan bir öğrencinin bugünün gençleri olduğunu düşündüğümüzde, genç neslin değer kayıpları hakkında bilgi sahibi olmaktayız.
Bu değerler aslında “insan” olmak adına aranan kıymetli donelerdir.
Sevme, sevilme, saygı, adalet, eşitlik ve hoşgörülü olma, vicdanının sesini dinleme, sorumluluk alabilme gibi değerler ortak evrensel değerler arasında yer alır. Bu değerleri koruyup sürdürebilen kültürler ayakta kalmayı başarabilmişlerdir. Eğer yaşadığınız toplumda değer kaybı başlamış ise acil önlemler alınmalıdır.
Dinler tarihi incelendiğinde insanı “insan” yapan olgular ne zaman zayıflamış veya bozulmuşsa Yaratıcı, peygamberler/ elçiler göndermiş ve bozulan sisteme müdahale etmiştir.
İnsanların birbirleriyle kardeşçe davranmasını, düşmanca tavırlardan uzak kalmasını iyiliğin hâkim olup kötülükten kaçınılmasını Yaratıcının emridir.
Bu emirin özü ise insani değerlerden geçmektedir.
Kendi kültürel tarihimizde Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bayram-ı Veli, Hacı Bektaş-i Veli ve diğer kanaat önderlerinin insani değerleri yaşaması ve yaşatması, günümüze de örnek olması gereken değerleri yaşatma adına dikkate alınması zorunlu bir husustur.
Bu kanaat önderlerinin felsefesi iyi incelenmeli ve günümüze göre tekrardan ön plana çıkarılmalıdır.
İnsan sevgisi, doğa sevgisi, hoşgörü, kardeşlik ve barış gibi kavramlarla tam da günümüzde ihtiyacımız olan değerlerdir.
Özellikle etnik ayrımcılık, dinsel inançlardaki farklılık, görüş ayrılığı; insan hak ve hürriyetlerinden uzaklaşma ile birlikte ortak insani değerlerde aşınmaya neden olmaktadır.
Yüzbinlerce insanın göçe zorlanması, on binlerce insanın çocuk-yaşlı fark etmeksizin katledilmesi, kin ve intikam duygusu ile işlenen cinayetlerin temelinde; insanın “İnsani değerlini” kaybetmesi, ortak paydadan uzaklaşması, sevgi ve hoşgörüsüz bir yaklaşıma esir düşmesinin sonucudur.
Yunus Emre’nin asırlar önce ifade ettiği:
“Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim
Dünya kimseye kalmaz.”
Dizelerinde ortaya koyduğu erdemi eğer yaşam felsefesi olarak merkeze alabilir ve yaşatılabilsek insanlık bunca acıları çekmeyecektir. Sevgi, saygı, merhamet ve hoşgörü gibi değerler insanın ruhunda var olan yaşatılması gereken değerlerdir.
Devam edelim.
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” “Komşu, komşunun külüne muhtaçtır.” sözleri, bizim içinde bulunduğumuz kültüre ait ifadelerdir. Ancak Batı medeniyetinde olmayan yardımlaşma ve komşuluk ilişkileri günümüzde de bizden uzaklaşmaktadır. Geçmişte komşuluk ilişkileri, insanların birbirine destek olduğu, sorunların paylaşıldığı, dertlerin çözüldüğü, sohbetlerin edildiği güzel günlerdi. Ancak bugün, yoğun iş temposu, şehirleşme ve modern yaşam tarzları, komşuluk ilişkilerini gölgede bırakmıştır. İyi komşuluk ilişkilerinin kaybolmasından dolayı, insanlar arasındaki dayanışma da zayıflamış ve beraberinde yardımlaşma kültürünün zayıflamasının neden olmuştur.
Bahsettiğimiz kaybolan tüm değer yargılarımızı alt alta koyarsak şunu kısaca ifade edebiliriz. Aslında kaybolan değer yargılarımız değil, kayıp gidenin “İnsanlık” olduğudur.
O halde, menzilimizin tekrar ‘insan’ olduğu yolculukta yapmamız gereken, yol haritasına sadık kalmaktır.
Bu yol haritasını çizerken ise dikkat etmemiz gereken; önyargılardan arınmış, iletişime açık ve dayanışma içinde olabilme, empati ve vicdan duygusunu yüreğimizden eksik etmemeliyiz.
Dünya görüşümüz, bakış açımız ne kadar farklı olursa olsun, bizleri kutuplaşmaya, kavgaya, kargaşaya sevk edenlere fırsat vermeden; ülkemizin çıkarları için ferah ve ahlaklı bir toplum olmak için tek çarenin bir araya gelmekten geçtiği unutmamalıyız.
İnsanlığımızın tekrar kendine dönmesi ve kaybedilen değerleri bulması için acilen başlangıç yaparak yeniden özümüze dönmemiz gerekmektedir.
Aksi halde içinde bulunduğumuz kültürel erozyona müdahale etmezsek, ulusumuz ve devletimizin varlığı tehlikeye girecektir.
Son yıllardaki istatistiklere baktığımızda; Türkiye nüfusunun %15,8’i 15-25 yaş grubunda yer alıyor. Bulgulara göre 15 milyon gencimiz madde bağımlılığı riskiyle karşı karşıyadır.
Dünyada en çok uyuşturucu ele geçen ülkeler listesinde ilk üçteyiz. Kumar, bahis oyunları, fuhuş, aile içi geçimsizlikler, boşanma oranlarından bahsetmiyorum bile…
Asıl daha kötüsü, artık bunlar toplumda sanki günlük normal işlermiş gibi kanıksanmış olmasıdır.
Bu ahlaksızlıkların bu denli normal sayılıyor olmasının temel nedeni yaygın iletişim araçları, sosyal medya ve bilhassa TV dizileridir.
Ülkemizde yılda 200’ün üzerinde dizi çekimi yapılmaktadır. Bu istatistiğe göre ABD’den sonra dünyada dizi sektöründe ikinci sıradayız.
Fakat ne yazık ki bu dizilerin büyük çoğunluğu aile içi ters ilişkiler, aldatma, sadakatsizlik, kötü yola düşmüş insanlar ve bunların hallerinin masum gösterilmesi, mafya işleri ve mafya vari ilişkilerin özendirilmesi, kumar ve kolay para kazanma yollarının masummuş gibi sunulması hepsi başlı başına bu milleti ve gençliğini yozlaştıran unsurlardır. Bu konuda en büyük görev RTÜK’ e düşmektedir. Ancak bizlerin de bu konuda yapacağımız şeyler elbette vardır. En önemlisi tepki koymak ve RTÜK şikâyet formunu doldurmaktır. Mümkünse bu ahlaksız ve kötüye özendirici yapıtları çocuklarımıza izletmemektir.
Bizleri biz yapan, toplumun harcı olan örfümüzü, milli ve manevi kimliğimizi kaybetmemiz, toprak kaybetmek kadar ciddi ve milli meseledir. Millet olma vasfımızı sağlayan bu değerleri koruyabildiğimiz müddetçe güçlü olabiliriz.
Sonuç olarak; “Toplumumuzu, bilhassa gençlerimizi bu ahlaksızlaşmadan, kültürel bozulmadan kurtulmanın yolları nelerdir?” sorusuna yanıt bulduğumuz zaman kazanan taraf olacağızdır. Bu konuya ilaveten birkaç çözüm önerim olacaktır.
Makalemizin içeriğinde de bahsettiğimiz gibi kişilik gelişiminde en temel unsur ailedir. Devamında ise okul ve çevre gelmektedir. Dördüncü unsur ile kabaca tanımlamak gerekirse kitle iletişim araçlarıdır. Özellikle 2000’li yıllardan sonra internetle tanışan toplum bilgisayar, tablet, akıllı telefonlara entegre olan sosyal medya araçlarını fazlasıyla sevmiştir. Teknolojiye muhalif değiliz ancak bu araçların dikkatli ve ihtiyaca göre kontrollü kullanılması faydalı, kullanılmadığı takdirde ise bulaşıcı hastalık gibi sadece kullananı değil kullanıcının çevresini dahi yakabilecek güçtedir. Bu tür medya araçlarını çocuk ve gençlerden muhafaza etmek günümüzde imkânsızdır. Yasaklamak da olmayacağına göre yapılması gereken kontrollü, bilinçli kullanmaları için ciddi eğitimler, programlar, projeler üretilmelidir. Bu eğitimin ilk basamağı mutlaka aileden başlamadır.
Aile kavramı net bir şekilde döngüden ibarettir. Çocuk içinde bulunduğu aile sisteminden geçerek yetişkin olur ve daha sonra kendi ailesini oluşturur. O halde aile eğitimi en önemli meselledir. Bu mesele savunma sanayii kadar kıymetlidir. Aile eğitimi milli bir politika çerçevesinde ele alınmalıdır.
Gençlerin yetişmesinde etkin olan ailenin çökertilmesi için uzun yıllardan beri içerideki ve dışarıdaki düşman çevreler yoğun bir faaliyet göstermişlerdir. Çünkü bir toplumu çökertmenin, onu egemenliği altına alarak bir pazar haline getirmenin en kolay ve en kestirme yolu aileyi istedikleri şekilde dönüştürmekten geçtiğini çok iyi bilmektedirler. Aile yapımızı dizilerle, sosyal medya ile bozmuş hatta yoğun saldırılarla halen bozmaya da devam etmektedirler.
Biz ebeveyn olarak ailemizi korumalıyız. Çünkü ‘kendinizi ve ehlinizi yakıtı insan ve taş olan ateşten koruyun’ emri, aile büyükleri olarak bizlere bu sorumluluğu yüklemiştir.
Ahlaki ve kültürel yozlaşmanın önüne geçebilmek için diğer çözüm önerimiz öncelikle ahlak eğitimidir. Daha sonra adalet ve sosyal yardımlaşma konularında çalışmalar yapılmalıdır.
Bence bunlar binaen yapmamız gereken “Kültür DEVRİMİ”dir.
Bu kültür devrimi öze dönmeye yönelik olmalıdır, eskisini olduğu gibi yaşamak değil günümüze uyarlayarak örf, âdet ve an’aneleri yaşanır kılmalıyız.
Asla geç kalınmış değildir!
Hepimizi rahatsız eden bu problemlerin çözümü yine bizimle mümkündür.
Nasıl ki toplumsal bozulmanın sebebi bireysellikten geçiyorsa, düzelmenin de çözümü bireyden başlayarak topluma yayılacaktır.
Her sabah karşılaştığımız komşumuza, dostlarımıza selam vererek başlamak iyi bir başlangıç olacaktır.
Uzun zamandır görüşmediğimiz dostlarımızı sosyal medyadan etiketleyerek değil de zaman ayırıp mümkünse buluşmalar ayarlamalıyız.
Günlük tekdüze alışkanlıkların dışına çıkmalıyız.
Çevremizdeki diğer hayatları gözlemlemeliyiz. Bazen o hayatların sevincine ortak olmalı bazen de acılarını dindirmeliyiz.
Boşvermişcilik, bananecilik gömleklerimizi çıkarmalıyız. Kuşları, ağaçları, semayı, denizleri seyretmeliyiz. Doğayı tekrar keşfetmeliyiz. Bizi çepeçevre saran dört duvarların dışına çıkmalıyız.
Ve düşünmeliyiz!
Varlık sebebimizi düşünmeliyiz…
Bu yolculuk nereyedir demeliyiz?
İnsana yolculuk için hazırlanmalıyız.
Bagajımızı insani değerlerle doldurmalıyız.
Aracımızın yakıtını ise kalpten akan vicdani duygularla beslemeliyiz.
Yol boyunca karşımıza çıkabilecek kasisleri ise empati ile yumuşatmalıyız.
Gecenin karanlığını Yunus’un, Mevlan’nın, Hacı Bayram-ı Veli’nin ve Hacı Bektaş-i’nin yaydığı ışıkla aydınlatmalıyız.
Bu telaş nedir?
Ömür kesesi günden güne erimektedir.
“İYİ” insanlar olmalı ve iyilik uğruna can vermeliyiz.