Müttefiklikten Rekabete, ABD-İngiltere İlişkisi

Batı dünyası denildiği zaman akla ilk gelen küreselci devletler olur. NATO şemsiyesi altında buluşan Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ve Birleşik Krallık / İngiltere arasındaki münasebetler bu çalışmanın konusudur. Makalenin devamında bazen üst düzey ortaklıklar işlendiği gibi iki güç arasında yaşanan siyasal ayrışmaları göreceğiz.

Bu çalışmanın sonunda; kan kardeşliği ile temeli atılın Amerikan-İngiliz ilişkilerinin son yıllarda rekabete dönüştüğünü, 1945’te kurulan düzenin arık sürdürülebilir olunmadığı, özellikle “Kuşak- Yol Projesi” ile bu iki gücün gizli savaşının zirve ulaştığını vurgulanmıştır.

*

Uluslararası İlişkiler literatüründe “özel ilişkiler” deyimi yakın müttefiklik ilişkisinin ifadesidir. ABD ve İngiltere arasındaki ilişkiyi “özel” olarak tanımlarsak yanlış olmayacaktır. İki ülke, 20. yüzyıl içerisinde ve sonrasında 21. yüzyılda birçok savaşta aynı cephede (Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Kore Savaşı, Soğuk Savaş, Körfez Savaşı, Irak Savaşı) yer almış ve birlikte savaşmışlardır. Ayrıca iki ülke, Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği, Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü, G7, G20, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü’ne birlikte üyedirler. Tarih okurları bilir ki bu denli özel ilişkilerin kurulması öncesinde tezat ilişkiler de olmuştur. ABD, 18. yüzyılda İngiliz koloni yönetimine karşı bir devrim sonucunda kurulmuştur. Ayrıca 1812-1815 döneminde iki ülke birbirlerine karşı savaş vermişlerdir.

 

İngiliz etkisine bakmadan evvel, Amerika kıtasının keşfi ve sonrasında yaşananlara kısaca bakmakta fayda var.

1492’de Kolomb tarafından keşfedilen Amerika’da uzun yıllar İspanyolların etkisini görmekteyiz. Amerika’da yaklaşık bir asır İspanyollar, İngilizleri uzak tutmayı başarmışlardır. Kraliçe I. Elizabeth dönemine kadar Amerika kıtasında İngiliz varlığı göze batmamıştır. Bu dönemde Roma Katolik ruhban sınıfı Amerika’da etkilidir. Tüm yerel yönetimleri elinde tutmaktadır. 1540’lı yıllarda ise Kutsal Roma Cermen İmparatoru V. Karl’ın yaptığı yasal düzenlemeleri yeni kıtada görmekteyiz. Bu bilgi önemlidir. İngilizler tesir etmeden önce Amerika kıtasında Kutsal Roma Cermen İmparatorluğunun yani TÖTONLARIN yasal düzenleme yapabilecek kadar güçlü olduğunu görmekteyiz. Töton meselesini şuan noktalıyorum ancak kronolojik olarak günümüze yaklaştığımızda bu konuya tekrar değineceğiz.

1600’lü yıllara kadar direnen İspanyollar, İngilizlerle olan mücadelesinde güç kaybetmiş ve İngilizlerin Amerika’yı kolonileştirmesine daha fazla engel olamamışlardır.

1700’lü yıllara da ise kıtada artık İngiliz hâkimiyeti ağır basmıştır. 13 İngiliz kolonisi, 3 ana bölge olacak şekilde yayılmışlardır. 1776 yılına kadar süren İngiliz koloni dönemi, ABD’nin bağımsızlığını ilan etmesiyle son bulmuştur.

1812-1815 yılları arasında ABD- İngiliz savaşı vuku bulmuş ve bu dönemlerde diplomatik ve siyasal gelişimler soğuk cereyan etmiştir. ABD üzerinde etkisini yitirmiş olsa da İngiltere, İkinci Dünya Savaşına kadar dünya üzerindeki başat güç olmayı sürdürmüştür. Dünya siyasetini yakından takip eden ve hatta yön veren İngiltere, ABD’nin yükselen yeni bir güç olduğunu fark eder. Onlarla yarışma yerine kendisini ABD’nin yükseliş rüzgârına uyarlamaya çalışacak bir strateji belirlediğini bu dönemden sonra görmekteyiz. Tarihçi Bradford Perkins; bu dönemi,  iki ülke arasındaki “Büyük Yakınlaşma” olarak tarif etmiştir.

Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde İngiltere, ABD’nin savaşa dahil olması konusunda ısrarcı olmuştur. Ancak ABD bu baskılara rağmen ilk yıllarda uzak durmayı ve gidişatı izlemeyi tercih etmiştir. Savaşın sonlarına doğru itilaf devletlerinin durumu lehine çevirdiği fark eden ABD, sahaya inmeye karar vermiştir. Çünkü yeni oluşacak düzende söz sahibi olmak, masada olmak için sahada da olunması gerektiğini biliyordu. ABD’deki derin akıl, hatta Başkan Theodore Roosevelt olmak üzere birçok kişi, daha savaş başlamadan çok önce dünyada düzen ve istikrarın sağlanabilmesi için ABD’nin İngiltere’nin yerini alması gerektiğini ifade ediyor ve bu konu strateji çiziliyordu. İngiltere, ABD’deki bu görüşlerden fazlasıyla rahatsız olmuştur. Dolayısıyla iki savaş arası dönemde (1919- 1939) İngiltere ve ABD arasındaki ilişki istenilen seviyede olmamıştır.

ABD-Birleşik Krallık ilişkilerini Kathleen Burk: “Büyük Britanya ile Amerika Birleşik Devletleri daima rekabet içerisinde olmuşlar ve ancak tek başlarına engelleyemeyecekleri büyük bir tehlike olduğunda müttefiklik ilişkisi kurmuşlardır” şeklinde özetlemiştir.

Bu bağlamda, Naziler ve sonrasında Sovyetler Birliği gibi ortak tehditler, ilerleyen yıllarda ABD-İngiltere yakınlaşmasını sağlayan kilit unsurlar olduğu izlenmiştir.

ABD ile Birleşik Krallık arasındaki “özel ilişkiler”in başlangıcı İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki Soğuk Savaş döneminin ilk yılları ve iki ülke arasında bu dönemde başlayan yoğun askeri ve istihbarat işbirliği başlamıştır. ABD Başkanı Franklin Delano Roosevelt ve Birleşik Krallık Başbakanı Winston Churchill arasında imzalanan Atlantik Bildirisi ile iki ülkenin aslında tek akılla yönetildiğini fikrini ortaya çıkarmıştır. Her iki ismin mason localarında adının bulunduğu öne çıkardığımızda, ortak aklın masasının mason localarında kurulduğunu düşünebiliriz. Atlantik Bildirisi, 2. Dünya Savaşı’nda taraflara kesin bir yol haritası çizmek, savaşın gidişatını belirlemek ve kazanç getirecek doğru hamleleri yapmak amacıyla imzalanmıştır. Tarafların zafer kazanması için alınması gereken önlemleri saptamada ve savaş bitiminde oluşacak yeni dünya düzenini kurmada büyük önem taşımaktadır.

Chatham House (Kraliyet Uluslararası İlişkiler Enstitüsü) Direktörü Dr. Robin Nibblet, iki ülke ilişkilerinin özel statüde olması gerektiğini, bu düzeydeki ilişkinin İngilizlerin lehine olduğunu vurgulamıştır.  Özellikle Birleşik Krallık’ın yeni dönemde kapasitesinin yetersiz kalacağını düşünerek küresel liderliği ABD’ nin üstlenmesini kabul edilmiştir. 1947’de kurulan Amerikan istihbarat teşkilatı CIA de, bu dönemde İngiltere’yi “ABD’nin sahip olduğu en güçlü müttefik”  olarak raporlamış ve siyasi otoriteye bu müttefikliği geliştirmesini tavsiye etmiştir.  Bu bağlamda 1940’lı yıllarda her iki ülkenin de üye olacağı ve Bretton Woods sistemini oluşturan birçok uluslararası örgüt (başta Birleşmiş Milletler, Dünya Bankası, IMF vs.) kurulmuş ve en önemlisi, 1949 yılında Sovyetler Birliği ve komünizme karşı durmak adına askeri bir alyans olan NATO oluşturulmuştur. Bu tarihten itibaren, zaman zaman yaşanan krizlere karşın, Birleşik Krallık, ABD’nin Avrupa’daki ve hatta dünyadaki en sadık ve güvenilir müttefiki haline gelmiş ve ilişkiler sıradan bir yakınlık ve müttefiklikten öte, nükleer ve askeri işbirliğini (ilk ciddi örneği Kore Savaşı olacaktır) ve istihbarat paylaşımını da kapsayan “özel” bir nitelik kazanmıştı.

Tarihi serüvene baktığımızda 1945’ten itibaren ABD’nin yükselişi, Britanya İmparatorluğu’nun düşüşü ile eşzamanlı olarak başladığını söyleyebiliriz.

İngiltere ile ABD arasındaki özel ilişkiler İkinci Dünya Savaşı sırasında başlasa da, ilişkilerin bloklar arası bir ittifak halini alması Soğuk Savaş döneminde gerçekleşmiştir. Soğuk Savaş döneminde iyice kurumsallaşan ve derinleşen ilişkilere dair Londra merkezli odaklarda iki farklı yaklaşım ortaya konulmuş, bu ilişkiler sorgulanmaya başlanmıştır. Birinci yaklaşım, Dr. Robin Nibblet ve benzeri birçok ismin savunduğu “müttefiklik” anlayışıdır. Diğer yaklaşım ise tam tersi, müttefiklik durumunu sorgulayıcı ve karamsardır. Bu yaklaşımda, İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ilişkilerdeki “eşitsizlik” teması ön plana çıkarılmakta ve Londra’nın giderek Washington’ın bir uydusu haline dönüşebileceği vurgulanmaktaydı.

Ayrışma fikirleri konuşulmaya başlanmış olsa da bir müddet daha “özel ilişkiler” iki ülke arasında devam etmiştir. Ancak 1956’ya gelindiğinde özel ilişkiler modu kapatılmış yerini fikir ayrılığına bırakmış ve rekabet durumu oluşmuştur. Söz konusu olay tarihe Süveyş Krizi olarak geçmiştir. Bu krizde iki farkı ekolun savaşını görmekteyiz. Can ciğer dost ABD gitmiş, yerine İngilizlere tehditler savuran ABD gelmiştir. ABD Başkanı Dwight D. Eisenhower’ın Birleşik Krallık Başbakanı Anthony Eden’a askerleri gücünü Süveyş Kanalı’ndan çekmesi için baskı yapması, Eden’ı kendi toplumu önünde çok zor duruma düşürmüş ve neticede Başbakan birkaç ay içerisinde istifa etmek zorunda kalmıştır.

Süveyş Krizi zamanla unutulsa da, bu olayın İngiliz devlet adamları ve halkında ciddi bir burukluğa yol açtığı ve hiçbir zaman hazmedilmediğini not etmek gerekir. Bu krizin vuku bulmasında İngiltere’deki eşitsizlik temasını ön plana çıkaran odağın etkili olduğunu söyleyebiliriz. Bu ayrışma Başkan John F. Kennedy’le birlikte yerini müttefikliğe bırakmıştır. Bu kez siyasal anlayışta bir değişikliğe gidilmiştir. Londra merkeze konulmuş ve ABD’nin tecrübesiz süpergüç olduğu savunulmuştur. ABD’nin popüler ve tartışmalı Dışişleri Bakanı Henry Kissinger da, Amerikalı devlet adamlarının önemli kararlar almadan önce İngiliz devlet adamlarından görüş almayı faydalı gördüklerine değinmiştir. Kennedy- Macmillan ikilisi döneminde Süveyş Krizi’nin etkileri silinmiş ve ilişkiler yeniden tanımlaması yapılmıştır. Londra bu dönemde Avrupa’yı da ihmal etmemiş ve 1973’te AB üyeliğine girmiştir.

İkili ilişkiler görünürde Vietnam Savaşı’na kadar sorunsuz ilerlemiştir. Ancak bu dönemde yine politik ayrışma karşımıza çıkmıştır. İngiltere, ABD’ye destek olmak için İngiliz birliklerini savaşa göndermemesi nedeniyle Amerika’da tepki oluşmuş ve yeniden kriz yaşanmıştır.  Bu krizin faturası İngiliz Başbakan Wilson’a kesilmiş ve 1976’da başbakan nedensiz şekilde görevinden istifa etmiştir. Ayrıca belirtmek gerekir ki 1973 Arap -İsrail Savaşı’nda, iki ülke arasında Süveyş Krizi’nden sonra bir kez daha büyük bir kriz yaşanmış ve Londra, Amerikan uçaklarının Kıbrıs’taki İngiliz üslerinden yakıt ikmali yapmasına izin vermemiştir.

1980 ve 2000 yılları arasına geldiğimizde bozulan ilişkilerin tekrar tamir edildiğini görüyoruz. Sovyetler Birliği ve komünizme karşı bu dönemde birlikte politika üretmiş, küskünlükler unutulmuş yerine “özel ilişki” modeli tekrar bina edilmiş. Thatcher-Reagan ikilisi dönemine denk gelen, ikili resmi ilişkilerin 200. yıldönümü de coşkuyla kutlanmıştır. Bu kutlamalar esnasında, Thatcher, ülkesinin ABD ile özel ilişkileri konusunda şunlar söylemiştir:

“Bizler birçok şeyi aynı açılardan görüyoruz, sizler buna zihniyetlerin gerçek bir buluşması, beraberliği diyebilirsiniz. Ben bunu çok özel, gerçekten çok özel bir ilişki olarak tanımlamaktan kendimi alamıyorum… NATO, IMF, Dünya Bankası, atomun bölünmesi, dünya savaşlarında, Kore’de ve Körfez’de kazanılan zaferler, komünizmin ve faşizmin yenilmesi ve özgürlüğün zaferi, tüm bunlar İngiliz-Amerikan ittifakının bu yüzyılda doğurduğu sonuçlardır. Bu kayda değer bir başarının ve iki muhteşem halkın kalıcı dostluğunun hikâyesidir.”

Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası için siyaset bilimciler yeni tehdit arayışına girişmişleridir. Yeni dönem için birçok tez ortaya koyulmuş olsa da Samuel Huntington da “Medeniyetler Çatışması” tezi üzerinde durulmuştur. Huntington, İslam ve Çin medeniyetleriyle yeni dönemde çatışma yaşanacağını iddia etmiştir. Birleşik Krallık da bu tezlerden etkilenmiş ve “radikal İslam” tehdidi adada da konuşulur olmuştur. Yine bu döneme denk gelen yıllarda Bosna müdahalesi konusu gündeme gelmiş ve bu konuda görüş ayrılığı yaşanmıştır. Bu soğukluk Bill Clinton döneminde kısa bir süre devam etmiştir. Clinton, ilk seçildiği dönemde özel ilişkileri çok da önemser gözükmemektedir; hatta Clinton, Japonya ve Almanya’ya BM Güvenlik Konseyi’nde daimi üyelik bile önererek, İngiliz devlet adamlarını bir hayli kızdırmıştır. Ancak bu olay derin ayrışmalara neden olmadan iki devlet tekrar aynı çizgide siyaset üretmeye devam etmişlerdir. Bill Clinton-Tony ve George W. Bush-Tony Blair ikilisi dönemlerinde de ikili ilişkilin sıcak tutulmasına gayret edilmiştir.

Blair, ülkesinin Avrupa ile ABD arasında bir stratejik tercih yapmayacağını ve ancak her iki blokla da yakın ilişkiler geliştirerek güçlü olabileceklerini söylemiştir. Blair, ülkesini bir “süpergüç” değil, ama “merkezi bir güç” ve “küresel bir oyuncu” olarak tanımlamış. Bu ifaden de anlaşılıyor ki 1950’li yıllarda Londra’yı merkeze yerleştiren akıl, zamanla değişmiş ve ABD merkezli politikaları temele almışlardır. 11 Eylül sonrası Afganistan’a müdahale konusunda ise yine iki devlet ittifak içerisinde hareket etmişlerdir. Bu birlikteliğin ana nedeni Huntington tezi ve sonrasında ortaya konulan radikal İslam tehdididir.

George W. Bush döneminde 2003 Irak Savaşı’na ABD yanında müdahil olan İngiltere, uluslararası hukuka uygun başlamayan bu savaşın sonucunda kendi halkı tarafından ağır eleştirilmiştir. Aynı şekilde George W. Bush, dünya ve İngiltere kamuoyunda çoğu kişinin hatalı bir savaş olarak gördüğü Irak Savaşı nedeniyle, savaşın başlamasından birkaç ay sonra geldiği İngiltere’de protesto gösterileriyle karşılanmıştır. Blair’in olumlu imajını yıkan bu savaş, Blair’in koltuğunu 2007 yılında Gordon Brown’a devretmesine neden olmuştur.

Brexit (2016) konusu Londra’nın gündeminde olduğu günlerde yine politik anlaşmazlığın yaşandığını görmekteyiz.  ABD Başkanı Barack Obama’yı İngiltere’ye kadar gitmiş ve Londra’da Britanya halkını Avrupa Birliği’nde kalmaktan yana oy kullanmaya davet etmiştir. ABD’nin karşı durmasına rağmen İngiltere AB üyeliği serüvenine nokta koymuştur. Bu adımın en önemli sebebi İngiltere, AB kurallarına bağlı kaldığı sürece özgün adımlar ve politikalar geliştiremiyordu. Brexit sonrası İngiltere birçok ülkeyle birçok alanda anlaşmalara imza atmış ve ABD merkezli politika eksenini tekrar Londra merkezine döndürmeyi amaçlamıştır.

Theresa May (2016-2019)-Donald Trump ikilisi dönemi ise bozulan ilişkiler ve politik ayrışmaların devam ettiğini görmekteyiz. Pew Araştırma Merkezi, ABD’nin Birleşik Krallık’taki son yıllardaki algısı üzerine bir analiz ortaya koymuştur. Bu analizin sonucuna göre; Birleşik Krallık’ta ABD Başkanı’na duyulan güven Barack Obama döneminde yüzde 70-80 düzeyindeyken, Trump döneminde bu yüzde 20’lere kadar düştüğü ortaya konulmuştur.

Verilere göre son yıllarda ABD ve İngiltere arasında pek dillendirilmese de arka planda işlerin kızıştığını söyleyebiliriz. Özellikle son yıllarda İngiltere’nin Çin ile yakınlaşması, Tavyan politikası, Kuşak Yol projesine verdiği destek ABD ile İngiltere arasında politik ayrışmalara neden olmuştur.

Özellikle Çin’in son dönemlerde yükselen değeri, ekonomik anlamda küreselleşmesi, ABD için tehdit durumuna gelmiştir.

ABD’nin küresel liderliği kaptırmamak için Çin’i durdurmak ve Hint-Pasifik’te kuşatmak için Tayvan meselesine yönelik gösterdiği yüksek hassasiyet tüm dünyanın dikkatini çekmekteydi. Krizin tırmanması ve tarafların savaş söylemlerini arttırması çeşitli felaket senaryolarının çizilmesine neden olmuştur. Nükleer güce sahip iki büyük gücün olası bir savaş durumun dünya için gerçekten felakete sebep olabilir. Çıkarları açısından Çin’in Tayvan konusunda operasyondan geri durmayacağı bilinmektedir. Böyle bir durumda ABD’nin Tayvan’a desteği ulusal çıkarları açısından pozitif karşılanmaktadır. ABD’nin çizdiği bu politika ile Çin’in yıpratılacağı ve küresel liderlik hayallerinin kıracağını inancı hâkimdi.

ABD ile birlikte politika üreten İngiltere’nin normalde müttefiklik gereği Çin’e karşın ABD ile aynı safta yer alması beklenirken, bugün görüyoruz ki Londra, zıt politika ile ayrışmıştır. “Tek Çin” politikasına uygun olarak Tayvan’ı müstakil bir devlet olarak tanımadığı ve Çin’in parçası olarak kabul ettiği görülmektedir. Tayvan’da suların ısınması İngiltere’nin hiç hoşuna gitmemektedir.  Çünkü 300’ü aşkın İngiliz menşeili şirketlerin burada faaliyet gösteriyor olması rahatsızlığın diğer sebeplerinden biridir.

ABD ve İngiltere’yi anlaşmazlığa sevk eden diğer bir sebep ise Şi Ping tarafından 2013 yılında deklere edilen Kuşak –Yol Projesidir.  Bu proje ile pek çok coğrafyada kartlar yeniden karılacaktır. Yüksek sesle söylenilmese de bu adım, ABD’ye karşın yapılan bir ekonomik koridordur. İngiltere ve Çin arasında planlanan stratejik adımdır. Pekin’den yola çıkan bir trenin rahat bir şekilde AB’ye ve Londra’ya bağlanması anlamına geliyordu. ABD’nin dâhil edilmediği bu proje, aslında ABD için yıkım anlamına gelmekteydi. ABD’nin İkinci Dünya savaşından sonra kurduğu imparatorluğuna karşın atılmış bir adım demekti. Projenin gerçekleşmesi halinde ABD, dış dünyada ticaret imtiyazını kaybedecek, içe dönük bir hal alacaktı.

Proje kapsamında Çin, 150’den fazla ülke ile işbirliği anlaşmaları imzalamıştır. ABD durumun ciddiyetinin farkındaydı. Başkan Biden 2021 G7 zirvesinde Çin’in Kuşak- Yol projesine alternatif yeni projeyle oyuna giriş yaparak, “Daha İyi Bir Dünya İnşa Etme” planını açıklıyordu. ABD’nin kolay kolay liderliğini kaptırmayacağını ve rekabetin gün geçtikçe kızışacağını bizlere söylüyorlardı.

İngiltere Çin’i yanına alarak, Tayvan konusunda olduğu gibi Kuşak Yol meselesinde de ABD’ ye karşı birlikte hareket ediyorlardı.

ABD ile Çin açıktan mücadele ediyor ve bunu dünyadan saklamıyorlardı. Ancak diğer bir mücadele ise ABD ile İngiltere arasında yaşanmaktaydı. Hatta biraz daha derine baktığımızda ABD’nin içindeki Londra’yı da dâhil edebiliriz. Bir kolu İngiltere’de diğer kolu ise ABD’de olan güç sahibi hanedanların mücadelesi aslında bu politik ayrışmaya neden oluyordu.

ABD- İngiltere ilişkilerinin seyrini belirleyen bu hanedanlık meselesine biraz daha yakından bakalım. İlk akla gelen isimler Rockefeller, Astor, Ford, Morgan, Carter’dir. İsimleri, aileleri çoğaltmak mümkündür. ABD’nin kurulmasında kadar bu ailelerin hikâyeleri uzanmaktadır. ABD’nin büyüyüp küresel güç olmasında da bu hanedanların payı fazladır. ABD bu ailelerin işaret ettiği isimlerle yol almış ve politika üretmiştir. Zamanla büyüyen ABD, zenginleşirken kendi içerisinde de yeni sermayedarlar ve patronlar oluşturmuştur. Walton, Mars Cargill-MacMillan, Johson, Cox, Duncan, Butt, Busch, Goldman, Reyes, Mellon, Koch, Kohler, Shoen ve Taylor gibi onlarca aile uçuk servetlere sahip büyük sermayedarlardır.

Dünya üzerindeki para trafiğine yön veren isimlerin başında bu hanedanlıklar yer alıyordu. Benzer yapılanma İngiltere’de mevcuttu. İlk akla gelen isim Rothscildlerdir. 16. yüzyılın sonundan beri çok etkindirler. Aile, İngiliz kraliyet saraylarında kralın yaverliğini yapmış ve bu dönemlerde bankacılık faaliyetleriyle dikkatleri çekmeyi başarmıştır. Sadece İngiltere’de değil Avrupa’da da küresel sermayenin temelini Rothscildler atmıştır.

Söz konusu, PARA ve GÜCÜ yönetmek olunca; bu hanedanlıkların olmadığı siyasal oluşumların ömrü fazla uzun olamıyor, siyasi liderler ya istifaya zorlanıyor ya da suikastla yerinden ediliyordu. Tarihin karanlık sayfalarında onlarca belki yüzlerce öreğini görmek mümkündür.

ABD’de Demokrat ve Cumhuriyetçiler olarak iki siyasal yapı vardır. Bu partiler zaman zaman ABD’de dönüşümlü olarak başkan çıkarmışlardır. ABD başkanları sadece ABD’yi yönetmezler! Diğer dünya devletlerini de yönetmek ve küresel ekonomiye yön vermek için seçilirler. Durum böyle iken BAŞKAN seçilebilmek için sermaye sahiplerinin ve çok uluslu şirketlerin desteğini almak şarttır. Bu perspektiften baktığımızda, ABD demokrasi hikâyesinin koskoca yalan olduğunu net olarak söyleyebiliriz. Özetle çok uluslu şirketlerin ticaretini kolladıkça, onlara hizmet edebildiğin sürece “BAŞKANSINDIR”. Dünyanın en büyük 100 ekonomisinden 51’i çok uluslu şirketlerdir. Harvard’ın yaptığı bir araştırmaya göre; (S&P)1500 şirket yöneticisinin yüzde 69’unun Cumhuriyetçi, yüzde 31’inin ise Demokrat eğilimli olduğunu ortaya konulmuştur. Bu şirketleri biraz daha analiz ettiğimizde sanayi, enerji, kimya lokomotifi olan sektörlerin Cumhuriyetçilerden taraf olduğunu söyleyebiliriz. Demokratların ise sektörel destekçisi telekomünikasyon, teknoloji ve finans şirketleri olarak ön plana çıktığı bu araştırmanın önemli bulguları arasındadır.

Makalemizin girişinde Amerika’daki Katolik Tötonlardan bahsetmiştik. Aslına bakacak olursak tötonların Amerika’daki rakibi aglo sakson püritenlerdir. Püritenlerin devamı da olan İngiliz Protestanlığı, ABD’de envanjelizm temeli atılmıştır. Bu iki fraksiyonun savaşı günümüze kadar devam etmektedir. ABD ve İngiltere arasındaki geriliminin arkasında bunları arayabiliriz. 18. yüzyılda kurulan Rothschildlerin ve 19. yüzyılda oluşturulan Rockefellerın düzeni sarsılıyor, günümüzde rakip sektörlerin savaşı / rekabeti halini alıyordu.

Yeni bir düzen, yeni bir dünya kurulmaya çalışılıyor. Brexit, Kuşak Yol projesi, ABD- ÇiN gerilimi, İsrail- Filistin- İran savaşı ve diğer olaylara bu perspektiften bakmamız gerekiyor. İngiltere’nin bu meselelere karşın tutumuna baktığımızda, ABD ile son zamanlarda pekiyi anlaşmadıklarını görmekteyiz.

3. Dünya savaşı söylemleri son günlerde fazlasıyla dillendirilmektedir. Bu savaş çok uluslu şirketlerin savaşı olup, ticaret koridoru kapma yarışı ile başlamıştır. Bu savaş ayrıca İngiliz destekli Şi Ping projesi Kuşak – Yol’a karşın ABD’nin “Daha İyi Bir Dünya İnşa Etme” projesinin savaşıdır. Türkiye’nin tutumu ise bir nebze Kuşak – Yol’dan taraftır. Ancak ABD’nin girişimleri ile son zamanlarda Kuşakyol projesi büyük darbe almıştır. Bu durum Türkiye’yi daha dengeli politika üretmeye zorlamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Daha adil Bir Dünya Mümkün” paradigması ise yeni bir çıkış yolu üretme gayretidir. Ancak “Küreselci Akıl”ın adil dünya kaygısı gütmeyeceği ise aşikârdır. Önümüzdeki günlerde Çin’in kuşatmak isteyen ABD’nin Kuşak – Yol projesine ölümcül darbe vurması beklenmektedir. Bunun temeli, 2023 Delhi’de atılmış olup önümüzdeki yıllarda Hindistan oyuna girecektir.